24 Mart 2017 Cuma

Kars

Öyle güzel ki ölürüm artık
Beyaz uykusuz uzakta
Kars çocukların da Kars’ı
Ölüleri yağan karda
Donmuş gözlerimin arası
Sen küçüğüm sımsıcak
Ne derler ona – bu kızakta
Boyuna türküler yakıyorsun ya
Sanki her türküden sonra
Hohlasan gök buğulanacak
Anla ki her durakta
Yok sınırları aşkın
O iyi yüzlü Tanrı
Beklesin dursun bizi
Kurduğumuz rahat tuzakta
Nasıl olsa yine bir gün
Döneriz bu yollardan geri
Senin bir elinde bir mendil
Öbüründe kuş sesleri
---------
Cemal Süreya

23 Mart 2017 Perşembe

Esir Düşmüş Tek Hayvan - Agah Aydın

Gönül düşmüş ahu zara ne arar, ne ister? İstediği şeyi seçerken özgür müdür? İstediği, aradığı şeye ulaşabilir mi? Sorması ayıp, sen ne aradığını biliyor musun gönül?
Bir başka insan mı, aradığın? Kendini mi arıyorsun? Kendini başkasında mı arıyorsun? Güldürme beni! Bak Şenlik ne diyor sana:

Kış günü tuttun yakamı koymadın yaza gönül 
Giyindin zerri zerbabı döndün gülgeze gönül
Dolandım gurbet elleri bir sadık yar bulamadım
Geze geze men usandım sen kaldın taze gönül  (A. Şenlik)


Aradığın bir kent mi? Kavafis’in senin için söylediklerini dinle o halde;

Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin
bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.
ŞEHİR – (Kostantinos Kavafis) Çeviren: Cevat Çapan


Aradığın bilgi mi? Neyin bilgisi? Kim öğretecek sana bu bilgileri?
Ahlak! Kimin ahlakı?
Başkasının ahlakına, başkasının bilgisine mi tabi olmak istiyorsun? Peki, senin hakikatin?
Belli ki sen de bilmiyorsun ne aradığını… Bulduğunda da anlamayacaksın, bilemeyeceksin aradığım bu muydu, diye!
Sana seslenen otoriter bir ses mi arıyorsun?
Peki sen bu sesi dinlediğinde “akıllı”, “ahlaklı” ve “bilinçli” bir varlık olarak aklın, sesin sahibine saygılı davranmanı emrediyor, bedenin onu ezmek, dövmek, küfretmek istiyorsa ne olacak?
Aklın onun masum olduğunu emrediyor, duyguların sahtekâr olduğunu söylüyorsa…
Biliyor musun bunun sonu ya acı, ya suçluluktur…
Bağışla beni gönül; Foucault’yu takip ederek öznenin kurucusu iktidardır demeye getirdim. İktidar senin varoluş koşulundur ve onun arzusunun yörüngesinden çıkamazsın dedim sana çektiğin acılara, kaldığın ikircikli ruh haline aldırmadan. F tipinde yatmamış biri, ayda 1000 Lira ile dört çocuk yetiştirmek zorunda kalmamış biri iktidar karşısında öznenin yaşadığı çaresizliği, acıyı, suçluluğu, işini kaybetmenin ne demek olduğunu anlayabilir mi?
Acının insan ruhunda oluşturduğu rezonans, teoriyle, psikoterapiyle oluşturulandan daha gerçek, daha derindir. İktidarın özneyi nasıl ürettiğini, onun hem kurucusu hem vicdanı haline geldiğini anlayan teorisyen, tutsaklığından dolayı özneyi mesul tutabilir mi? Bireyin içine doğduğu kültürü değil de önce özneyi sorgulamaya, onu sorumlu tutmaya kalkabilir mi? Bu tutum kendisinin de aynı iktidara tutsak düştüğünü göstermez mi?
Ey gönül, şunu da bil isterim; Foucault bireycilikle, bireyselliği karıştırıp neoliberalizm zindanına düş de demiyor sana. Şimdi Nazım’a kulak ver, bak ne diyor sana;

Akrep gibisin kardeşim, 
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
– demeğe de dilim varmıyor ama –
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim! (Nazım Hikmet)


Acıyla, ıstırapla başa çıkmanın bir tek yolu vardır, o da onu yaşayanların durmaksızın yeni çözümler, yeni semboller, yeni özdeşimler, yıkmak üzere kurulan yeni sözleşmeler, hayal kırıklıklarına uğramak ve yeniden kurmaktır…
S. Beckett sana söylüyor gönül:
“Hep denedik, hep yenildik; elbette yine deneyeceğiz, yine yenileceğiz.
Bu defa daha iyi yenileceğiz.”
Daha doğduğu gün yetersizlik ve eksikliği ile karşılaşan insan yavrusu bakım verene sığınır (hatta teslim olur da diyebiliriz); ihtiyaçlarının ve sevilme talebinin karşılanması dışında, ne olduğunu bilmediği ama olduğunu bildiği bir eksikliğin karşılanmasını umarak. Ne aradığını ve bulduğunun aradığı şey olup olmadığını bilemez ama bir ‘eksik’ olduğunu bilir. Tamamlanma arzusuyla büyülenmiştir artık o ve sonsuza dek bu arzunun gerçekleşme umudunun verdiği enerjiyle çırpınıp duracaktır. Lacan, eksiklikten kaynaklanan ve hiçbir gerçek nesnesi olmayan arzuyu ‘Arzu, her zaman Ötekinin arzusunun arzusu olarak yapılanmıştır’ diyerek tarif eder ve çocuğun, gereksinimlerini doyuran Öteki’nin (anne, ilksel bakım veren) biricik nesnesi olmayı arzuladığını, dolayısıyla kendisi gibi aynı eksiklikle malul Öteki’nin eksiğini doldurabilecek fallik nesneyle neden özdeşleştiğini, özdeşleşme çabası içinde olduğunu anlamamızı sağlar. İnsan diğer hayvanlar gibi ruhsal/bedensel bir gerilimin boşalmasıyla, rahatlamasıyla, doyumla haz alabilir ancak farklı olarak ‘haz ilkesinin ötesinde’ anneden koparılmış olmanın giderilmesi arzusunun imkânsız tatminiyle de Jouissance’ı (zevk-keyif) yaşar. Örneğin acıda yaşanan paradoksal haz, haz değil jouissance (zevk/keyif)’dır.
İnsan, eksikliğini gidermek, ‘olabilmek’ için durmaksızın Ötekinin kalbinde tüneyecek bir yer arar ve bu arayış onu sonsuza dek Ötekinin zevkine mahkum eder.  Lacan ötekinin zevkine karşı koymak için “arzunu bırakma”/“arzunda ısrar et” der ve ekler; ‘Bu özdeyiş, arzuyu en yüce zevk yolunda yüceltmek için cesur bir bildiri olmayıp, aksine zevke karşı tek savunma olan arzuyu terk etmemeye ihtiyatlı bir çağrıdır. Zira zevke karşı koyabilmek için arzulamayı durdurmamak gerekir. Kısacası ötekinin zevkine ulaşmamak için, en iyisi arzulamayı durdurmamak ve ikamelerle, semptomlarla, düşlemlerle yetinmektir.”
Bir başka deyişle annenin yüzünde kendini arayan bebek, orada gördüğüyle nasıl göründüğünü anlamlandırır, kendini kurar. Kurulan bu ben (ego) hiçbir zaman özerk değildir ve ‘başkalarının gözünde kurulur, yeniden kurulur’. Yani ‘ben ötekidir.’  Hepimizin tamamen ayrı, özerk bireyler olduğunu düşünmek; tehlikeli ve yanıltıcı bir umuttur!
En nihayetinde mutluluk gibi özgürlük de ötekinin zevkidir ve bu nedenle her ikisini de mutlak olarak yaşayamayacak olana insan denir.
İnsan ötekinin zevkine esir düşmüş tek hayvandır.

Agâh Aydın

Not : Bu yazı Psikeart  Dergisi’nin – Özgürlük  temalı- 32. Sayısında (Mart-Nisan 2014) yayınlanmıştır.
________________________________________________________
http://www.agahaydin.com/esir-dusmus-tek-hayvan.html

16 Mart 2017 Perşembe

KADIN

merhaba ben kadın. geçenlerde günüm vardı hani. sekiz martta.
biraz onunla ilgili yazmak istiyorum.
aslında bir iki sorum var sadece onların cevabını arıyorum.
biz hangi kadınların gününü kutluyoruz, bir
kimde hangi farkındalığı oluşturmaya çalışıyoruz, iki ve bunu nasıl yapıyoruz, üç.

geçenlerde bi veli geldi. aslında konu çocuk, evde ders çalışmaması falan filan. bu konular zerre ilgimi çekmiyor, kim gelirse gelsin altını deşiyorum genelde. bunu da deştim biraz. kadın çocuğunun başarlılı olmasını istiyor çünkü kendisi kabul etmese de tek kurtuluşu o. 17 yaşındayken deli gibi döven babasından kurtulmak için evlenmiş, iki yıl içinde kocası dövemeye başlamış, o şu an 28 yaşında iki çocuk annesi ve hergün dayak yiyen bir kadın. bi sürü şey sordum sordum kadına, şunu da düşündün mü diye. cevaplar; ''boşanıp babamın evine gidemem, babam hala annemi dövüyor, daha kötü orası'', ''yok ailesi de kendi gibi, kimsenin kimseye desteği yok, yeğenleri, hırsızlık bile yapıyor'', ''dikiş biliyorum konfeksiyonda çalışırım ama boşanıp çocuklarımın almak istesem vermezler çocuklarımı'', ''polise gidip kadın sığınma evine de gidemem, öldürürler hocam bilmezsiniz bunları, benim akrabam gitti kadın sığınma evine, buldular kızı, öldürdüler''
...

bunlar sadece tek bir kadından. bu cümleler gibi neler duydum daha bir sürü kadından. ve yapabileceğimiz ne var bu kadınlar için diyorum her seferinde ama elde kocaman bir sıfır. çünkü sen o karısını her gün döven vandala  hiçbir şey anlatamıyorsun, mümkün değil, o adam kendisine kendisi gibi bi çevre oluşturdu zaten, senin sesin ona ulaşmıyor bile, boşlukta kayboluyor.

yıl oldu 2017, biz insanlıktan nasibini almamış kişilere kadın haklarını anlatmaya çalışıyoruz hala. sesimiz boşlukta. utanç verici. Havanda su dövüp duruyoruz resmen.

hadi bu insanlıktan nasibini almamış kişileri geçtim kadın sığınma evleri diyosun, mor çatılar var diyosun, yani devlet ''baba'' var diyosun ama KORUNAKSIZ, GÜVENSİZ. kendine sığınanları koruyamayan devlet yüzünden buraya da gidemiyor kadınlar, susuyorlar oturuyorlar, her gün uydurulan manyakça bir sebepten dayak yemeye devam ediyorlar. çünkü devletin onlara verdiği, güvenliklerini sağlayacak bi garanti yok. ve bu kadınlar sırf ölmemek için boşanamıyorlar. ve neden ölmek istemiyorlar biliyor musunuz; ''kocam beni öldürürse çocuklarımın babası annelerini öldürmüş olacak, yazık çok ağır gelir çocuklara, allah normal ölüm verse bari diye dua ediyorum'' diyorlar. gerçekten yaşadıkları hayat bu.

öte tarafta, sosyoekonomik düzeyi yüksek, eğitimli ve kendi ayakları üzerinde durabilen kadınlar kadınlar gününü yemeklerle konserlerle pastalarla böreklerle kutluyor. her okulun kadınları toplaşıp öğretmen evlerinde ya da meyhanelerde bilmem ne yemekler yiyor bir günlük zevkü sefanın tadına varıyor. orayı da çok eleştiremiyorum aslında, hem çalışıp hem ev işleri hem yemek hem çocukla ilgilenen kadınlar kendilerine sunulmuş tek bir gün çocukları kocalarına bırakıp dışarı çıkabilme lüksü yaşıyorlar. çünkü paran da eğitim seviyen de artsa hemen her şey senin görevin. ama bu kesim en azından dayak yemiyor, bu kesim en azından kadınlar günüyle ilgili yanlış da olsa bi bilinci olan kocalara sahip. bu kesimin kocaları en azından bir gün lütfediyor eşlerine.

feminist ve sendikal bir arkadaşla konuşmuştuk. ''sekiz marttaki yürüyüşlere anneler de gelsin istiyoruz, sendikada oyun alanı oluşturalım çocuklarla ilgilenen birileri olsun, biz de yürüyelim eğlenelim diyoruz ama çocuklarla ilgilenen kadın olmasın, çünkü onun günü, erkekler sendikaya gelsin çocuklara baksın istiyoruz ve kimse çıkmıyor yıllardır. ama bu erkekler defalarca kere ya biz de sizle yürüyelim kadın haklarını savunalım diyorlar. çocuk bakmaları teklif edilince saniyesinde arazi.'' diye anlatmıştı. size durumu anlatabildim mi. bıraksan senle yürüyecek yok efendim eşitlikçiyiz bilmem ne diyen dürzüler için bile eşit değiliz. onlar için bile çocuk bakmak kadının görevi. bu sözde eşitlikçi kişiler anca eril cümlelerle kadınlıkla, kadın haklarıyla ilgili yazılar yazıp duyar kasarlar. zaten ne hikmetse 8 martta yazı yazmamış olan eli kalem tutan er kişi kalmamıştır. derdinizi biliyoruz beyler. yani osuruktan teyyare tarzı desteklere kanmıyoruz. kadının kadından başka dostu olmadığının farkındayız.

sonuç olarak şahsen kadınlar gününü, öteki sözde önemli günler gibi değerlendirmiyorum. bu anneler günü, sevgililer günü gibi hadi ekonomiye can verelim günü değil bence, her ne kadar tüm mutfak markaları indirime girse de. bu gün bence bir farkındalık, insanlara zorla da olsa bi şeyler anlatmaya çalışma günü. zor biliyorum, çok yolumuz var biliyorum. çok yorgunuz ve çok ölüyoruz biliyorum ama neden olmasın.