Bir başka insan mı, aradığın? Kendini mi arıyorsun? Kendini başkasında mı arıyorsun? Güldürme beni! Bak Şenlik ne diyor sana:
Kış günü tuttun yakamı koymadın yaza gönül
Giyindin zerri zerbabı döndün gülgeze gönül
Dolandım gurbet elleri bir sadık yar bulamadım
Geze geze men usandım sen kaldın taze gönül (A. Şenlik)
Aradığın bir kent mi? Kavafis’in senin için söylediklerini dinle o halde;
Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin
bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.
ŞEHİR – (Kostantinos Kavafis) Çeviren: Cevat Çapan
Aradığın bilgi mi? Neyin bilgisi? Kim öğretecek sana bu bilgileri?
Ahlak! Kimin ahlakı?
Başkasının ahlakına, başkasının bilgisine mi tabi olmak istiyorsun? Peki, senin hakikatin?
Belli ki sen de bilmiyorsun ne aradığını… Bulduğunda da anlamayacaksın, bilemeyeceksin aradığım bu muydu, diye!
Sana seslenen otoriter bir ses mi arıyorsun?
Peki sen bu sesi dinlediğinde “akıllı”, “ahlaklı” ve “bilinçli” bir varlık olarak aklın, sesin sahibine saygılı davranmanı emrediyor, bedenin onu ezmek, dövmek, küfretmek istiyorsa ne olacak?
Aklın onun masum olduğunu emrediyor, duyguların sahtekâr olduğunu söylüyorsa…
Biliyor musun bunun sonu ya acı, ya suçluluktur…
Bağışla beni gönül; Foucault’yu takip ederek öznenin kurucusu iktidardır demeye getirdim. İktidar senin varoluş koşulundur ve onun arzusunun yörüngesinden çıkamazsın dedim sana çektiğin acılara, kaldığın ikircikli ruh haline aldırmadan. F tipinde yatmamış biri, ayda 1000 Lira ile dört çocuk yetiştirmek zorunda kalmamış biri iktidar karşısında öznenin yaşadığı çaresizliği, acıyı, suçluluğu, işini kaybetmenin ne demek olduğunu anlayabilir mi?
Acının insan ruhunda oluşturduğu rezonans, teoriyle, psikoterapiyle oluşturulandan daha gerçek, daha derindir. İktidarın özneyi nasıl ürettiğini, onun hem kurucusu hem vicdanı haline geldiğini anlayan teorisyen, tutsaklığından dolayı özneyi mesul tutabilir mi? Bireyin içine doğduğu kültürü değil de önce özneyi sorgulamaya, onu sorumlu tutmaya kalkabilir mi? Bu tutum kendisinin de aynı iktidara tutsak düştüğünü göstermez mi?
Ey gönül, şunu da bil isterim; Foucault bireycilikle, bireyselliği karıştırıp neoliberalizm zindanına düş de demiyor sana. Şimdi Nazım’a kulak ver, bak ne diyor sana;
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
– demeğe de dilim varmıyor ama –
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim! (Nazım Hikmet)
Acıyla, ıstırapla başa çıkmanın bir tek yolu vardır, o da onu yaşayanların durmaksızın yeni çözümler, yeni semboller, yeni özdeşimler, yıkmak üzere kurulan yeni sözleşmeler, hayal kırıklıklarına uğramak ve yeniden kurmaktır…
S. Beckett sana söylüyor gönül:
“Hep denedik, hep yenildik; elbette yine deneyeceğiz, yine yenileceğiz.
Bu defa daha iyi yenileceğiz.”
Daha doğduğu gün yetersizlik ve eksikliği ile karşılaşan insan yavrusu bakım verene sığınır (hatta teslim olur da diyebiliriz); ihtiyaçlarının ve sevilme talebinin karşılanması dışında, ne olduğunu bilmediği ama olduğunu bildiği bir eksikliğin karşılanmasını umarak. Ne aradığını ve bulduğunun aradığı şey olup olmadığını bilemez ama bir ‘eksik’ olduğunu bilir. Tamamlanma arzusuyla büyülenmiştir artık o ve sonsuza dek bu arzunun gerçekleşme umudunun verdiği enerjiyle çırpınıp duracaktır. Lacan, eksiklikten kaynaklanan ve hiçbir gerçek nesnesi olmayan arzuyu ‘Arzu, her zaman Ötekinin arzusunun arzusu olarak yapılanmıştır’ diyerek tarif eder ve çocuğun, gereksinimlerini doyuran Öteki’nin (anne, ilksel bakım veren) biricik nesnesi olmayı arzuladığını, dolayısıyla kendisi gibi aynı eksiklikle malul Öteki’nin eksiğini doldurabilecek fallik nesneyle neden özdeşleştiğini, özdeşleşme çabası içinde olduğunu anlamamızı sağlar. İnsan diğer hayvanlar gibi ruhsal/bedensel bir gerilimin boşalmasıyla, rahatlamasıyla, doyumla haz alabilir ancak farklı olarak ‘haz ilkesinin ötesinde’ anneden koparılmış olmanın giderilmesi arzusunun imkânsız tatminiyle de Jouissance’ı (zevk-keyif) yaşar. Örneğin acıda yaşanan paradoksal haz, haz değil jouissance (zevk/keyif)’dır.
İnsan, eksikliğini gidermek, ‘olabilmek’ için durmaksızın Ötekinin kalbinde tüneyecek bir yer arar ve bu arayış onu sonsuza dek Ötekinin zevkine mahkum eder. Lacan ötekinin zevkine karşı koymak için “arzunu bırakma”/“arzunda ısrar et” der ve ekler; ‘Bu özdeyiş, arzuyu en yüce zevk yolunda yüceltmek için cesur bir bildiri olmayıp, aksine zevke karşı tek savunma olan arzuyu terk etmemeye ihtiyatlı bir çağrıdır. Zira zevke karşı koyabilmek için arzulamayı durdurmamak gerekir. Kısacası ötekinin zevkine ulaşmamak için, en iyisi arzulamayı durdurmamak ve ikamelerle, semptomlarla, düşlemlerle yetinmektir.”
Bir başka deyişle annenin yüzünde kendini arayan bebek, orada gördüğüyle nasıl göründüğünü anlamlandırır, kendini kurar. Kurulan bu ben (ego) hiçbir zaman özerk değildir ve ‘başkalarının gözünde kurulur, yeniden kurulur’. Yani ‘ben ötekidir.’ Hepimizin tamamen ayrı, özerk bireyler olduğunu düşünmek; tehlikeli ve yanıltıcı bir umuttur!
En nihayetinde mutluluk gibi özgürlük de ötekinin zevkidir ve bu nedenle her ikisini de mutlak olarak yaşayamayacak olana insan denir.
İnsan ötekinin zevkine esir düşmüş tek hayvandır.
Agâh Aydın
Not : Bu yazı Psikeart Dergisi’nin – Özgürlük temalı- 32. Sayısında (Mart-Nisan 2014) yayınlanmıştır.________________________________________________________
http://www.agahaydin.com/esir-dusmus-tek-hayvan.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder