6 Aralık 2017 Çarşamba

Aynaya Bakınca

Saat altı
İstanbul sakin
Karanlık
Sessiz
İstanbul’u sakin bulmak zordur
Yine de insan var dışarda
Araba farları falan
Bi an
Seni gördüm karşımda
Bitkin yılgın ve yaşlanmış
Kimsenin zararı dokunamaz artık sana
Dokunabilecek bütün zararlar dokunmuş
Omuzlarında İstanbul kadar yük
Eziliyorsun
Seni gördüm sırtında bütün acılarıyla dünya
Yıllar ağlıyordu sana
Bi uyuşturucu müptelasından hallice ses tonunla
Kıvırcık Ali’den türkü mırıldanıyordun
Söylediğin türküler bile ölmüş
Ah güzel kadın
Bülbül sesin nerede
Bir anne feryadı gibi gözlerin
Evlat acısı mı yaşadın
Şen kahkahaların nerede
Çiçek kokardı ellerin ne zaman diken topladın
Kanser hücresi gibi olmuş
Dokunduğu yeri istila ediyor bakışların
Gerçek bir kahramandın
Tarih kitaplarından kovulmuşsun
Mülteci bir yaprak gibi ordan oraya savrulmuşsun
Ah güzel kadın sen kalbine ne yaptın
Kavuniçi kokulu teninde yaralar bereler var
Dilhun olmuşsun
İçin dışın kanıyor ağlıyor
Kan yağıyor yağmur gibi vücudundan ve ruhundan
İmza gibi bırakıyorsun ardından bütün kanını gözyaşını
Ah canım kadın
Görmedin gözlerimi
İçimdeki hüznü okumadın
Ve tek bir kelime etmeden
Ve tuttuğum yası dinlemeden
Aynı geldiğin gibi
Sessiz ve sakin
Ama kapkaranlık
Ama zifiri karanlık
Öylece
Gittin
Ben baktım arkandan
Gidişini
Ve gidişinle birlikte bütün geçmişini
Ve geçmişinle birlikte bütün elemlerini
Ve elemlerinle birlikte bütün çaresizliğini
Oturduğum yerden izledim
Ne ben koştum ardından
Ne sen dönüp geriye baktın
Bir inme indi bedenime
Yığıldım kaldım

Derinim feryat figan

16 Kasım 2017 Perşembe

Depresyon

Yazmanın rahatlatıcı bir eylem olduğunu unutalı çok oldu. Bi tık daha enerjiye ihtiyacım var dökülmek için, içimde ne varsa kusmak için. İki buçuk yıllık mail adresimi temizliyorum günlerdir. Ne içimi temizlemeye elim gidiyor ne evimi. yapabildiğim tek şey mail adresimi temizlemek, telefondan uygulama silmek falan. Mümkün olsa 24 saat yataktan çıkmam. Dünya dönsün, geceler gündüzler olsun, ben yatağımda sağdan sola, soldan sağa dönerek eşlik edeyim zamana. Yine rüya göreyim, yine diş gıcırdatayım, yine ağrıyla uyanayım olsun, Samsa gibi tek bir odada yaşayayım.

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Bir Diploma Töreni için Kinayeli bir Konuşma

Mills Koleji ‘83 mezunlarına bana ender elde edilen bu şansı tanıdığı için teşekkür ederim: bir topluluk önünde kadınların diliyle konuşma şansı.
 
Mezun olanlar arasında erkeklerin de olduğunu biliyorum ve onları dışlama gibi bir niyetim katiyen yok. Bir Yunanlı’nın bir yabancıya “Yunanca bilmiyorsan başını salla ki anlamadığını bileyim” dediği bir Yunan tragedyası vardır. Her neyse.. Mezuniyet törenleri genellikle tüm mezunların erkek olduğu veya olması gerektiği ön kabulü ile yapılır. İşte bu yüzdendir ki, törenlerde erkeklerin üstünde harika görünen, bizi ise bir mantara veya hamile bir leyleğe benzeten 12. yüzyıldan kalma cüppeler giyiyoruz. Tüm entellektüel gelenek erkeklere mahsus. Halk önünde, halkın diliyle, kabile veya ulusun diliyle konuşulur. İşte bizim kabilemizin dili de erkek dili. Tabii, kadınlar da bu dili öğrenebilir, aptal değiliz ne de olsa. Söylediklerine bakarak Margaret Thatcher’i Ronald Reagan’dan, Indira Gandhi’yi General Somoza’dan ayırt edebiliyorsanız bana da anlatın. Bu dünya erkeklere ait ve erkeklerin dilini konuşuyor. Sözcükleri güce yönelik, güç ile ilgili sözcükler. Uzun bir yoldan geliyoruz, ama hiçbir yol yeterince uzun değil. Ruhunuzu satarak bile oraya ulasamazsınız, çünkü orası da onlara ait, size değil.

Belki güç hakkında, hayat mücadelesi hakkında yeterince söz işittik. Belki biraz da zayıflıkla ilgili sözcüklere ihtiyacımız var. Şimdi bu fildişi kuleden ‘Gerçek Dünya’ya geçmenizi ve orada zaferlerle dolu bir kariyer yapmanızı veya kocanıza yardım ederek ülkenizi güçlü tutmanızı ve her konuda başarıdan başarıya koşmanızı dilemek yerine bir kadın gibi konuşsam ne olur acaba? Dediklerim hoş gelmeyecek, sizi rahatsız edecek. Mesela çocuk istiyorsanız, çocuklarınız olmasını diliyorum desem? Sürüyle değil, iki tane. ‘Umarım güzel olurlar. Umarım hem sizin hem de onların karnı doyar, sıcak ve temiz bir yuvanız, arkadaşlarınız olur ve sevdiğiniz işi yaparsınız’ desem? Peki üniversiteye bunun için mi gittiniz? Bu kadar mı? Başarı bunun neresinde?

Başarı, bir başkasının başarısızlığı demektir. Başarı, sadece düşleyebileceğimiz bir Amerikan Rüyası sadece. Çünkü, sadece ABD’de otuz milyon olmak üzere dünyanın birçok yerinde birçok insan korkunç bir yoksulluk gerçeğiyle yaşıyor. Hayır, size başarı dilemiyorum. Başarı hakkında konuşmak bile istemiyorum. Konuşmak istediğim konu, başarısızlık.

İnsan olduğunuz için başarısızlıkla tanışacaksınız. Karşınıza hayal kırıklıkları, adaletsizlik, ihanet ve telafisi olmayan kayıplar çıkacak. Güçlü olduğunuzu zannettiğiniz anlarda zayıf olduğunuzu farkedeceksiniz. Mülk edinmeye çalışırken  edindiğiniz mülklerin aslında sizin sahibiniz olduğunu anlayacaksınız. Kendinizi -ki bunu halihazırda yaşamış olduğunuzu biliyorum – karanlıkta, tek başına ve korkar halde bulacaksınız.
Kızkardeşlerim ve kızlarım, erkek kardeşlerim ve oğullarım; sizlerin akılcı başarı kültürümüzün inkar ettiği, sürgün yeri, yaşanmaz, yabancı topraklar olarak tanımladığı bu karanlık yerde yaşamayabilmenizi ümit ediyorum.

Bizse, zaten halihazırda yabancıyız. Kadınlar, kadın olarak, erkek egemen düşünceyle, erkeklerce  oluşturulmus toplumsal normlara, insanın ‘İnsanoğlu’ diye adlandırıldığı, saygı duyulan tek tanrının erkek olduğu, gidilebilecek tek yönün yukarısı olduğu bu topluma zaten büyük ölçüde yabancılaşmış ve bu toplumdan dışlanmış durumdalar. Bu onların ülkesi. Biz kendimizinkini keşfedelim. Seksten bahsetmiyorum, seks her kadın ve her erkeğin kendine ait bambaşka bir evren. Ben toplumdan, insanoğlunun dünyası diye adlandırılan kurumsallaşmış rekabet, saldırganlık, şiddet, iktidar ve güç üzerine kurulmuş toplumdan bahsediyorum. Eğer biz orada kadın olarak yaşamak istiyorsak üstümüze bir miktar ayrımcılık yükleniyor: Mills koleji de böyle bir ayrımcılığın ustalıkla oluşturulmuş hali zaten. Savaş oyunlarının dünyası ne bizim tarafımızdan ne de bizim için yapıldı; hatta orada maske takmadan soluk bile alamayız. Ancak, maskeyi bir kere taktınız mı artık çıkartmak çok zordur. Peki ya yaşamımızı burada Mills’teyken bir miktar yapabildiğimiz gibi, kendi bildiğimiz gibi sürdürmek istesek? Erkekler ve erkeklerin iktidara dayalı hiyerarşisi için çalışarak değil, bu onların oyunu. Erkeklere karşı da  değil – bunu yapmak oyunu yine onların kurallarıyla oynamak demektir. Bizim yanımızda olan erkeklerle ‘beraber’: bizim oyunumuz budur işte. Üniversite eğitimi almış özgür bir kadın hayatını neden ya maço erkeklere hizmet ederek ya da onlarla kavga ederek geçirsin? Neden onların belirlediği şartlarla bir yaşam sürdürsün?

Maço erkek tümüyle akılcı, olumlu ve rekabete dayalı olmayan koşullarımızdan korkar. Bu nedenle onları aşağılamayı ve yadsımayı öğrettiler bize. Toplumumuzda kadınlar, yaşamın çaresizlik, zayıflık ve hastalık içeren ve sorumluluğunu taşıyan, akıldışı ve telafisi imkansız olan,  müphem, pasif, kontrol edilemeyen, hayvani olan, temiz olmayan tüm bölümlerini gölgelerin vadisini, yaşamın derinliklerini yaşadıkları ve yaşamaya devam ettikleri için aşağılandılar.  Savaşçıların reddettiği, geri çevirdiğidir bize kalan. Biz kadınlara ve bizimle bunları paylaşabilecek yani doktorculuk oynayamayıp sadece hemşire olabilen, savaşçı olamayan sadece sıradan bir sivil olabilen, şef olamayan sadece sıradan bir yerli olabilen bizlere kalan budur. İşte burasıdır bizim ülkemiz. Ülkemizin karanlık tarafı. Eğer bu ülkenin bir de aydınlık tarafı, yüksek sıradağları, parlak çayırları varsa, biz onları ancak öncü kaşiflerin masallarından biliyoruz. Henüz oraya ulaşmış değiliz. Oraya maço erkekleri taklit ederek asla ulaşamayız. Oraya sadece, kendi yolumuzu çizerek, kendi ülkemizin karanlığını yaşayarak ulaşabiliriz.

Sizin icin ümidim kızkardeslerim, orada mahkum olarak, kadın olmaktan utanarak, psikopatvari sosyal sisteme esir olmaya razı olarak değil kendinizi evinizde hissedeceğiniz, kendi üzerinizde kontrole sahip olacağınız, kendinize ait bir odanızın olduğu şekilde yani ‘yerli’ olarak yaşamanızdır. Orada, sanat mı bilim mi, teknoloji mi, şirket yönetmek mi veya yatak altlarını silmek mi, hangi konuda iyiyseniz onu yapmanız ve kadın olduğunuz için yaptığınızın ikinci sınıf iş olduğunu söyleyenlere umarım, cehenneme kadar yolları olduğunu söylersiniz ve umarım bu arada eşit işe eşit ücret alırsınız.

Umarım ne hükmetme ne de hükmedilme gereksinimi duymadan yaşarsınız. Umarım hiçbir zaman kurban olmazsınız ve aynı zamanda da başkalarının üzerinde iktidar da kurmazsınız. Başarısız olduğunuzda ve yenildiğinizde ve acı çekerken ve karanlıktayken umarım savaşacak ve kazanılacak savaşların olmadığı, ama geleceğin barındıran, yaşamış olduğunuz kendi ülkenizdeki karanlığı hatırlarsınız. Köklerimiz karanlıkta; dünya ülkemiz. Kutsanmak için nedene çevremize ve aşağılara bakmak yerine yukarılara bakıyoruz? Ne umuyoruz? Umduğumuz şey casus uydular ve silahlarla dolu gökyüzünde değil aşağılarda dünyada. Yukarıdan değil aşağıdan. Köklerimiz gözleri kör eden ışıkta değil, insan denen varlığın ruhunu oluşturduğu besleyici karanlıkta.
 
Ursula K. Le Guin
Çeviren: Olcay Bingöl
 

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Onur'a

aç camları sevgilim rüzgarı hissedelim
aç camları deniz kokusu dolsun ciğerlerimize
tekrar ve tekrar söz verelim sigarayı bırakmaya
saygı duymak için önce bahara sonra yaza

soyunalım enginar misali
çıkaralım bütün maskelerimizi
bütün kıyafetlerimizi
bütün, ne varsa
kalbimiz kalsın sadece
dedim ya enginar misali
güneşe izin verelim değsin bize
bize yani hayatımıza
ve tabii tenimize
ve tabi tinimize

kendi ve en sevdiğim kokun olsun bayram sabahı gibi
harçlıklarını sayan memnun çocuklardan kalma bi gülüş otursun yüzüme
turabtan yaratılan sanat eseri ellerimiz kavuşsun
çiçek açalım tomurcuklanalım meyve verelim
toprağa ve suya sunalım sesimizi
havaya ve ateşe sunalım bilincimizi
seni bana beni sana helal kılan Allah'a şükredelim

24 Mart 2017 Cuma

Kars

Öyle güzel ki ölürüm artık
Beyaz uykusuz uzakta
Kars çocukların da Kars’ı
Ölüleri yağan karda
Donmuş gözlerimin arası
Sen küçüğüm sımsıcak
Ne derler ona – bu kızakta
Boyuna türküler yakıyorsun ya
Sanki her türküden sonra
Hohlasan gök buğulanacak
Anla ki her durakta
Yok sınırları aşkın
O iyi yüzlü Tanrı
Beklesin dursun bizi
Kurduğumuz rahat tuzakta
Nasıl olsa yine bir gün
Döneriz bu yollardan geri
Senin bir elinde bir mendil
Öbüründe kuş sesleri
---------
Cemal Süreya

23 Mart 2017 Perşembe

Esir Düşmüş Tek Hayvan - Agah Aydın

Gönül düşmüş ahu zara ne arar, ne ister? İstediği şeyi seçerken özgür müdür? İstediği, aradığı şeye ulaşabilir mi? Sorması ayıp, sen ne aradığını biliyor musun gönül?
Bir başka insan mı, aradığın? Kendini mi arıyorsun? Kendini başkasında mı arıyorsun? Güldürme beni! Bak Şenlik ne diyor sana:

Kış günü tuttun yakamı koymadın yaza gönül 
Giyindin zerri zerbabı döndün gülgeze gönül
Dolandım gurbet elleri bir sadık yar bulamadım
Geze geze men usandım sen kaldın taze gönül  (A. Şenlik)


Aradığın bir kent mi? Kavafis’in senin için söylediklerini dinle o halde;

Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin
bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.
ŞEHİR – (Kostantinos Kavafis) Çeviren: Cevat Çapan


Aradığın bilgi mi? Neyin bilgisi? Kim öğretecek sana bu bilgileri?
Ahlak! Kimin ahlakı?
Başkasının ahlakına, başkasının bilgisine mi tabi olmak istiyorsun? Peki, senin hakikatin?
Belli ki sen de bilmiyorsun ne aradığını… Bulduğunda da anlamayacaksın, bilemeyeceksin aradığım bu muydu, diye!
Sana seslenen otoriter bir ses mi arıyorsun?
Peki sen bu sesi dinlediğinde “akıllı”, “ahlaklı” ve “bilinçli” bir varlık olarak aklın, sesin sahibine saygılı davranmanı emrediyor, bedenin onu ezmek, dövmek, küfretmek istiyorsa ne olacak?
Aklın onun masum olduğunu emrediyor, duyguların sahtekâr olduğunu söylüyorsa…
Biliyor musun bunun sonu ya acı, ya suçluluktur…
Bağışla beni gönül; Foucault’yu takip ederek öznenin kurucusu iktidardır demeye getirdim. İktidar senin varoluş koşulundur ve onun arzusunun yörüngesinden çıkamazsın dedim sana çektiğin acılara, kaldığın ikircikli ruh haline aldırmadan. F tipinde yatmamış biri, ayda 1000 Lira ile dört çocuk yetiştirmek zorunda kalmamış biri iktidar karşısında öznenin yaşadığı çaresizliği, acıyı, suçluluğu, işini kaybetmenin ne demek olduğunu anlayabilir mi?
Acının insan ruhunda oluşturduğu rezonans, teoriyle, psikoterapiyle oluşturulandan daha gerçek, daha derindir. İktidarın özneyi nasıl ürettiğini, onun hem kurucusu hem vicdanı haline geldiğini anlayan teorisyen, tutsaklığından dolayı özneyi mesul tutabilir mi? Bireyin içine doğduğu kültürü değil de önce özneyi sorgulamaya, onu sorumlu tutmaya kalkabilir mi? Bu tutum kendisinin de aynı iktidara tutsak düştüğünü göstermez mi?
Ey gönül, şunu da bil isterim; Foucault bireycilikle, bireyselliği karıştırıp neoliberalizm zindanına düş de demiyor sana. Şimdi Nazım’a kulak ver, bak ne diyor sana;

Akrep gibisin kardeşim, 
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
– demeğe de dilim varmıyor ama –
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim! (Nazım Hikmet)


Acıyla, ıstırapla başa çıkmanın bir tek yolu vardır, o da onu yaşayanların durmaksızın yeni çözümler, yeni semboller, yeni özdeşimler, yıkmak üzere kurulan yeni sözleşmeler, hayal kırıklıklarına uğramak ve yeniden kurmaktır…
S. Beckett sana söylüyor gönül:
“Hep denedik, hep yenildik; elbette yine deneyeceğiz, yine yenileceğiz.
Bu defa daha iyi yenileceğiz.”
Daha doğduğu gün yetersizlik ve eksikliği ile karşılaşan insan yavrusu bakım verene sığınır (hatta teslim olur da diyebiliriz); ihtiyaçlarının ve sevilme talebinin karşılanması dışında, ne olduğunu bilmediği ama olduğunu bildiği bir eksikliğin karşılanmasını umarak. Ne aradığını ve bulduğunun aradığı şey olup olmadığını bilemez ama bir ‘eksik’ olduğunu bilir. Tamamlanma arzusuyla büyülenmiştir artık o ve sonsuza dek bu arzunun gerçekleşme umudunun verdiği enerjiyle çırpınıp duracaktır. Lacan, eksiklikten kaynaklanan ve hiçbir gerçek nesnesi olmayan arzuyu ‘Arzu, her zaman Ötekinin arzusunun arzusu olarak yapılanmıştır’ diyerek tarif eder ve çocuğun, gereksinimlerini doyuran Öteki’nin (anne, ilksel bakım veren) biricik nesnesi olmayı arzuladığını, dolayısıyla kendisi gibi aynı eksiklikle malul Öteki’nin eksiğini doldurabilecek fallik nesneyle neden özdeşleştiğini, özdeşleşme çabası içinde olduğunu anlamamızı sağlar. İnsan diğer hayvanlar gibi ruhsal/bedensel bir gerilimin boşalmasıyla, rahatlamasıyla, doyumla haz alabilir ancak farklı olarak ‘haz ilkesinin ötesinde’ anneden koparılmış olmanın giderilmesi arzusunun imkânsız tatminiyle de Jouissance’ı (zevk-keyif) yaşar. Örneğin acıda yaşanan paradoksal haz, haz değil jouissance (zevk/keyif)’dır.
İnsan, eksikliğini gidermek, ‘olabilmek’ için durmaksızın Ötekinin kalbinde tüneyecek bir yer arar ve bu arayış onu sonsuza dek Ötekinin zevkine mahkum eder.  Lacan ötekinin zevkine karşı koymak için “arzunu bırakma”/“arzunda ısrar et” der ve ekler; ‘Bu özdeyiş, arzuyu en yüce zevk yolunda yüceltmek için cesur bir bildiri olmayıp, aksine zevke karşı tek savunma olan arzuyu terk etmemeye ihtiyatlı bir çağrıdır. Zira zevke karşı koyabilmek için arzulamayı durdurmamak gerekir. Kısacası ötekinin zevkine ulaşmamak için, en iyisi arzulamayı durdurmamak ve ikamelerle, semptomlarla, düşlemlerle yetinmektir.”
Bir başka deyişle annenin yüzünde kendini arayan bebek, orada gördüğüyle nasıl göründüğünü anlamlandırır, kendini kurar. Kurulan bu ben (ego) hiçbir zaman özerk değildir ve ‘başkalarının gözünde kurulur, yeniden kurulur’. Yani ‘ben ötekidir.’  Hepimizin tamamen ayrı, özerk bireyler olduğunu düşünmek; tehlikeli ve yanıltıcı bir umuttur!
En nihayetinde mutluluk gibi özgürlük de ötekinin zevkidir ve bu nedenle her ikisini de mutlak olarak yaşayamayacak olana insan denir.
İnsan ötekinin zevkine esir düşmüş tek hayvandır.

Agâh Aydın

Not : Bu yazı Psikeart  Dergisi’nin – Özgürlük  temalı- 32. Sayısında (Mart-Nisan 2014) yayınlanmıştır.
________________________________________________________
http://www.agahaydin.com/esir-dusmus-tek-hayvan.html

16 Mart 2017 Perşembe

KADIN

merhaba ben kadın. geçenlerde günüm vardı hani. sekiz martta.
biraz onunla ilgili yazmak istiyorum.
aslında bir iki sorum var sadece onların cevabını arıyorum.
biz hangi kadınların gününü kutluyoruz, bir
kimde hangi farkındalığı oluşturmaya çalışıyoruz, iki ve bunu nasıl yapıyoruz, üç.

geçenlerde bi veli geldi. aslında konu çocuk, evde ders çalışmaması falan filan. bu konular zerre ilgimi çekmiyor, kim gelirse gelsin altını deşiyorum genelde. bunu da deştim biraz. kadın çocuğunun başarlılı olmasını istiyor çünkü kendisi kabul etmese de tek kurtuluşu o. 17 yaşındayken deli gibi döven babasından kurtulmak için evlenmiş, iki yıl içinde kocası dövemeye başlamış, o şu an 28 yaşında iki çocuk annesi ve hergün dayak yiyen bir kadın. bi sürü şey sordum sordum kadına, şunu da düşündün mü diye. cevaplar; ''boşanıp babamın evine gidemem, babam hala annemi dövüyor, daha kötü orası'', ''yok ailesi de kendi gibi, kimsenin kimseye desteği yok, yeğenleri, hırsızlık bile yapıyor'', ''dikiş biliyorum konfeksiyonda çalışırım ama boşanıp çocuklarımın almak istesem vermezler çocuklarımı'', ''polise gidip kadın sığınma evine de gidemem, öldürürler hocam bilmezsiniz bunları, benim akrabam gitti kadın sığınma evine, buldular kızı, öldürdüler''
...

bunlar sadece tek bir kadından. bu cümleler gibi neler duydum daha bir sürü kadından. ve yapabileceğimiz ne var bu kadınlar için diyorum her seferinde ama elde kocaman bir sıfır. çünkü sen o karısını her gün döven vandala  hiçbir şey anlatamıyorsun, mümkün değil, o adam kendisine kendisi gibi bi çevre oluşturdu zaten, senin sesin ona ulaşmıyor bile, boşlukta kayboluyor.

yıl oldu 2017, biz insanlıktan nasibini almamış kişilere kadın haklarını anlatmaya çalışıyoruz hala. sesimiz boşlukta. utanç verici. Havanda su dövüp duruyoruz resmen.

hadi bu insanlıktan nasibini almamış kişileri geçtim kadın sığınma evleri diyosun, mor çatılar var diyosun, yani devlet ''baba'' var diyosun ama KORUNAKSIZ, GÜVENSİZ. kendine sığınanları koruyamayan devlet yüzünden buraya da gidemiyor kadınlar, susuyorlar oturuyorlar, her gün uydurulan manyakça bir sebepten dayak yemeye devam ediyorlar. çünkü devletin onlara verdiği, güvenliklerini sağlayacak bi garanti yok. ve bu kadınlar sırf ölmemek için boşanamıyorlar. ve neden ölmek istemiyorlar biliyor musunuz; ''kocam beni öldürürse çocuklarımın babası annelerini öldürmüş olacak, yazık çok ağır gelir çocuklara, allah normal ölüm verse bari diye dua ediyorum'' diyorlar. gerçekten yaşadıkları hayat bu.

öte tarafta, sosyoekonomik düzeyi yüksek, eğitimli ve kendi ayakları üzerinde durabilen kadınlar kadınlar gününü yemeklerle konserlerle pastalarla böreklerle kutluyor. her okulun kadınları toplaşıp öğretmen evlerinde ya da meyhanelerde bilmem ne yemekler yiyor bir günlük zevkü sefanın tadına varıyor. orayı da çok eleştiremiyorum aslında, hem çalışıp hem ev işleri hem yemek hem çocukla ilgilenen kadınlar kendilerine sunulmuş tek bir gün çocukları kocalarına bırakıp dışarı çıkabilme lüksü yaşıyorlar. çünkü paran da eğitim seviyen de artsa hemen her şey senin görevin. ama bu kesim en azından dayak yemiyor, bu kesim en azından kadınlar günüyle ilgili yanlış da olsa bi bilinci olan kocalara sahip. bu kesimin kocaları en azından bir gün lütfediyor eşlerine.

feminist ve sendikal bir arkadaşla konuşmuştuk. ''sekiz marttaki yürüyüşlere anneler de gelsin istiyoruz, sendikada oyun alanı oluşturalım çocuklarla ilgilenen birileri olsun, biz de yürüyelim eğlenelim diyoruz ama çocuklarla ilgilenen kadın olmasın, çünkü onun günü, erkekler sendikaya gelsin çocuklara baksın istiyoruz ve kimse çıkmıyor yıllardır. ama bu erkekler defalarca kere ya biz de sizle yürüyelim kadın haklarını savunalım diyorlar. çocuk bakmaları teklif edilince saniyesinde arazi.'' diye anlatmıştı. size durumu anlatabildim mi. bıraksan senle yürüyecek yok efendim eşitlikçiyiz bilmem ne diyen dürzüler için bile eşit değiliz. onlar için bile çocuk bakmak kadının görevi. bu sözde eşitlikçi kişiler anca eril cümlelerle kadınlıkla, kadın haklarıyla ilgili yazılar yazıp duyar kasarlar. zaten ne hikmetse 8 martta yazı yazmamış olan eli kalem tutan er kişi kalmamıştır. derdinizi biliyoruz beyler. yani osuruktan teyyare tarzı desteklere kanmıyoruz. kadının kadından başka dostu olmadığının farkındayız.

sonuç olarak şahsen kadınlar gününü, öteki sözde önemli günler gibi değerlendirmiyorum. bu anneler günü, sevgililer günü gibi hadi ekonomiye can verelim günü değil bence, her ne kadar tüm mutfak markaları indirime girse de. bu gün bence bir farkındalık, insanlara zorla da olsa bi şeyler anlatmaya çalışma günü. zor biliyorum, çok yolumuz var biliyorum. çok yorgunuz ve çok ölüyoruz biliyorum ama neden olmasın.

24 Şubat 2017 Cuma

Hal


Sırtımda bir yük var yenice, iki günlük. Gözlerim yükledi sırtıma ve epey bi ağır. Şimdiden omuzlarım çökmeye başladı. Gördüğüm ve yaşadığım ve hissettiğim şeylerden yoruldum. Kendine acımak, kahretsin tüm dünyanın yükünü ben çekiyorum gibi bi şey değil bu. Enerjimin azalması gibi. Öyle oturup sessizce durmak, ne bi şikayet ne bi iletişim. Bi hevessizlik hakim oldu hayatıma. Hiçbir şey yapmak istememe hali. Neden bu sistemi değiştiremiyorum, kendi sistemime dahi çomak sokamıyorum hissi. Yabancı değil neyse ki bu hallerim. Arada gelir gider. Bazen kısa bazen uzun sürer. Biliyorum son cemreyle beraber umut da düşecek ruhuma. Cemrelerin tamamlanmasını bekliyorum, ruhumun bedenimin bir bütün olabilmesi için. Hıdırellez'i bekliyorum bi de, tüm ritüelleri gerçekleştirmek, dua etmek ve eğlenmek istiyorum. İçten gelerek kutladığım bi bayramım yok. Belki Hıdırellez'i bayram ederim kendime. Ama şimdi o duygudan çok uzağım. Her gün aynı saatte kalkıyorum, aynı saatte gelen aynı otobüse biniyorum, aynı saatte yani gelmem gereken saatten yarım saat geç olarak işe giriyorum. Farklı kişilerle yanı şeyleri yapıyorum. aynı saatte çıkıyorum. İşe dair olan rutinden dahi sıkıldım. Bitmiyor saatler, zaman geçmiyor gibi. Ama yaşlanıyormuşum gibi hissediyorum onu anlamıyorum. Belki de gerçekten yaşlanıyorum. Ne belkisi? Her aynaya  baktığımda arttığını fark ediyorum saçımdaki beyazların. Ruhumun kimseye göstermediğim yansımaları o teller. Ruhum saçlarımda şekil buluyor ve ben iç dünyamı sakladığım gibi onları da saklıyorum. Beni yansıtan her şey bi örtüyle kapatılmış durumda benim tarafımdan, içimde kefen dışımda hicab. Ve omuzlarımda yük. Yeniden, tazecik, hayvan gibi bir yük. İçimde nakliye firmalarının şubeleri. İçim bi hal yeri. Her yerden her şey içimde. İçimde her gün kurulan bit pazarı.
230217

13 Şubat 2017 Pazartesi

sisli

düşünsene gökyüzü kuşlarını da alıp gitmiş
içim biraz öyle işte
mart gelmeden martın dengesiz belli belirsiz havası
sıcak desen sıcak değil soğuk desen soğuk değil
ağlıyo muyum hayır
gülüyo muyum hayır
bir şeyler oluyo içimde henüz tam anlayamadım
bi süredir derinden gelen bir kötülük vardı, belki yayınlamadığım bi şeyler yazdım ve tedavi oldu şimdi bi hava değişimi gibiyim, sisli
havalar ani değişiklik gösterecekse bi sis çöker ya
öyle bi sisin içinde yürüyorum işte yol nereye bilmiyorum güneşe gidiyorum sanki, his işte
sabahtan beri aynı şarkı dilimde uyanır uyanmaz başladım söylemeye
dert bende derman sende
dert bende derman sende
seneler gelip geçse de
aşk beni benden etse de
dünyada hayat bitse de
yine ölümsüz aşk bende
yemek yemeği azalttım bu ara bi de, çünkü kendimden soğumaya başlamıştım
açıkçası pantolonların dar gelmesi koyuyordu, yeni şeyler almak yerine zayıflamaya karar verdim ben de. çünkü alışveriş yapmak benim için kilo vermekten daha zor
yarın antepe gitcez ama. orda yediklerime içtiklerime dikkat edemem, ne varsa gömerim
antep lan bu boru mu mutfak gibi mutfak var adamlarda, gastronomi şehri diye nam salmış.
sonra yine bağlarım sürekli aç moduna
kocam hasta birkaç gündür toparlayamadı, onun hasta olmasına ne kadar üzüldüğümü fark ettim. canım onur.
içimiz dışımız hasta onur
yeğenim de hastaydı. biraz daha iyiymiş. canım çok ciddi hasta olmuş. ve ben hasta olduğunu bilmeden rüyalarımda bebekler boğulan nefes alamayan bebekler gördüm. meğer nefes alamayan benim yeğenimmiş. iki ay önce doğan en miniğimizmiş.



okuldaki odamın kapısına lise taban puanlarını astım
bakıyor kızlar şimdi seslerini duyuyorum içerden
gençliklerine hayran oluyorum, hayatları için üzülüyorum
iyi ya da kötü şeyler hissedebilmek güzel, yaşadığımı fark ediyorum
çanakkaleye yerleşme ihtimalimiz var, daha zamanı var ama yüksek ihtimal gerçek olacak.
bunula alakalı duygularım karışık
bir yanım gitmek isterken bir yanım köklerini sal istanbula diyor
kızlar iyice çoştu arada yanlışlıkla kapıyı açıyorlar gülüşmeler çok eğlenceli
kocam hasta diye erken çıkıp yakın diye annesine gitmiş, ben de okuldan erken kaçcam, zümre toplantısı varmış ilçede ama gitmiycem, sevdiğim bi arkadaşım var onunla görüşcem sonra kocamın yanına giderim.
sevdiğim bi arkadaş, selma, canım benim. benim çok iyi arkadaşlarım vardır, çok severim, varlıklarını derinden hissederim, bazıları yakın bazıları uzak bazılarıyla sık sık görüşüyoruz bazılarıyla telefon görüşmelerimiz bile iki ayda bir ama yakınlık ve sevgi bağını kurabilmiş olmak onların varlıklarını her daim hissettiriyo.
ne diyorduk
ağzımıza ne gelirse onu söylüyorduk
her sabah geç kalıyorum, çünkü buraya gelmek istemiyorum.
ömeri ihraç ettiler ona üzülüyorum. ama en azından artık ne olacağı belli diyorum aylardır açıkta aylardır boşlukta daha beterdi.
bizim lisede bi hocamız vardı soy adı üzerinden Türkçe dersi anlatırsın öyle bir soy adı. büyükkarabak. adı da mertti. gördüğüm en efsane hocalardan biriydi. bi kere çok saygılıydı herkese ve her şeye hatta öğrenciye bile. tam bir beyefendi olarak öğrenciye siz diye hitap ederdi. ekonomi okumak istemiş babasının zoruyla Boğaziçi makine mühendisliği okumuş sonra al sana diploma diyip İngilizce öğretmenliği yapmış. içinde kalmış napcan ekonomi kitap çevirisi falan yapmış adam. neyse bu hocamız sağlam solcuydu. şimdiki gibi 1 mayısın tatil olmadığı zamanlarda, taksim yasaklarında giderdi meydana coplanıp tazyikli suyla yıkanıp gelirdi okula. zaman zaman gugıllardım napıyo diye, sendikalar dernekler sol oluşumlar içindeydi hep. onu da ihraç etmişler. terörist ilan etmişler. göndermişler. bi anı geldi aklıma bi kız vardı berrenur diye lisedeyken. hatta Galatasaray üniversitesinde bi mühendislik kazandı falan çok başarılıydı hatun. bu lise sonda, üniyi yurtdışında okumak için yurtdışı bağlantılı bir yerin mülakatına girmişti. mülakatı yapanlar sen neden kapalısın niye böyle giyiniyosun gibi şeyler sormuş, bunu mert hocaya anlatmıştı. mert hoca da ona kimse sen niye pantolon giyiosun diye soruyomuymuş demişti bildiğin öfkelenmişti adam densizlerin tavrına. insana insan olduğu için değer veren tüm sembollerden ziyade bi adamdı. sadece muhalifti. haksızlığa. o başörtülü kızın uğradığı haksızlığa da diğer herkesinkine de. ihraç etmişler. iki ay önce Fenerbahçe Anadolu lisesinde görmüştüm. açık öğretim sınavına girmiştim, bi baktım gözetmenim olmuş. birkaç sohbet birkaç anı güzel olmuştu hani.
neyse öyle işte
hayat böyle benim bu ara
kuşlarıyla beraber eksik gökyüzü gibi
bir sis bulutunun içi gibi
100217

8 Şubat 2017 Çarşamba

Noksan


içimde 'susma sustukça sıra sana gelecek' sesleri

içimde akşam saat dokuzda

bir dakikalığına ışıkları yakıp söndürme isteği

içimde bütün hesaplara isyan

bir yeter çığlığı

son kullanma tarihi çoktan geçmiş bir aşk